Mohsen Makhmalbaf'tan 45 dk'lık bir belgesel türünde bir film var sırada.
Allah korkusu, mültecilik, eğitim ve pek tabi kısıtlı şartlar filmin temelini oluşturuyor. Yokluk ne kadar da değerli kılıyor okumayı. Heves katlanarak artıyor her eksiklikte.
2002 yılında Mohsen Makhmalbaf elinde kamerası ile Afganistan-İran sınırındaki bir köyü ziyaret eder. Taliban rejimi sonrasında İran'a sığınan 3 milyon mültecinin sorunlarından biridir eğitim. Ülkeye yasal yollardan girmedikleri için gerekli evraklara sahip değiller ve bu nedenle çocuklar okula gidemiyorlar. Din öğretileri de okula giden çocukların öğrenmelerine engel olabiliyor. Yaşam ve kültürleri Taliban rejiminden öylesine etkilenmiş , Allah ve günah kavramları öylesine katı öğretilmiş ki şaşırıp kalabiliyorsunuz.
EN BEĞENDİĞİM DİYALOG : Samira, burkasını çıkararak yüzünü açmanın günah olduğuna inanmaktadır. Öğretmeninin yüzünü açma isteğini reddettiği için sınıftan atılır. Arkadaşı ikna etmek için yanına gelmiştir.
Arkadaşı : Yüzümü açarak ben günah işledim sen de bunu yapabilirsin.
Samira : Ben günaha girmeyeceğim.
Arkadaşı : Lütfen yap! 10 tane dua okursun. Çarşafımı kaldırdım daha sonra af dileyeceğim.
EN İLGİNÇ KARE : Yokluk çocukların eğlence anlayışını da değiştiriyor. Bir ağaç kavuğu nasıl eğlendirebilir ki insanı? Çocuk olmak yeterli.
Film sonrasında, konunun tartışma yarattığı ve İran Meclisinde kabul edilen bir tasarı ile 700.000 çocuktan 500.000'i okuma imkanı bulduğu söylenmektedir.
Peki, Samira okumak uğruna o körü körüne bağlı olduğu inancını aşıp, kendi deyimiyle günaha girecek mi?
Sesli kitap tadında bir film izlemek ister misiniz? Bugüne kadar yapılmayanı yapan Abbas Kiarostami, ilginç bir film (filmlerle demek daha doğru olabilir) ile karşımızda.
Aralarında Fransız aktris Juliette Binoche'nin de bulunduğu her yaştan 114 kadın. Evet yanlış okumadınız tam 114 kadın. Bir sinema salonu ve bizim göremediğimiz perdede Hakim Nezami'nin Hüsrev ile Şirin'i. Asla var olmayan bir filmi bu kadınların gözüyle izlemek, hissetmek. Bu efsanevi aşk, seslerle zenginleşiyor görsellikle değil. Bazen bir ayak sesi, bazen bir şelale sesi bazen de atların koşturmaları. Müziklerle zenginleştirilmiş bir anlatım. Sizce olmayan bir filmi izlerken sergilenen mimikler ne kadar inandırıcıdır? Ya da inandırıcı olmak zorunda mıdır? Sonuçta izlediğimiz kadınlar da bir filmin oyuncuları değil mi?
EN BEĞENDİĞİM DİYALOGLAR : Şirin ölüm döşeğindeki teyzesinin başında üzgün ve çaresidir.
Şirin : Çektiğim acılar yetmedi mi? Ne yüreğim kaldırabilir bir daha kırılmayı ne de bedenim bir daha terk edilmeyi.
Teyzesi : Bu dünyada, hayatın keyiflerinin, avucun içindeki bir tüyün okşamasına benzediğini anlamam çok uzun zaman aldı. İlkin zevklidir, lakin devam ettikçe azap verir.
Yıllar süren ayrılığın ardından Şirin Hüsrev'in yaşadığı İran'a gelir ancak Hüsrev evlenmiştir. Şirin bir gün tesadüf eseri Ferhat'la karşılaşır. Bu delicesine aşık adam aklını karıştırır ve derin bir iz bırakır Şirin'de. Hüsrev kıskançlığına engel olamaz ve Ferhat'ı yanına çağırır. Aralarında geçen onlarca diyaloğun hepsi birbirinden aşk doludur.
Hüsrev : Son bir sorum var. Onun bedenine bakacak olan ben olsaydım, ne yapardın?
Ferhat : Sürekli olarak mı? Şahın bakışları efkarlandırırdı beni. Ve o efkarla cihanı yakardım.
EN İLGİNÇ KARE : Hangimiz sinemada sıkıldığımızda gözlerimizi yummadık ki? Ama film başlar başlamaz bunu yapmak için yorgun olmak gerekir. :)
Sizce de Filiz Akın'ı andırmıyor mu?
Soluksuz izlerken, bazen ağzımızın açık kaldığını fark etmeyebiliriz.
EN BEĞENDİĞİM OYUNCU : Sadece mimiklerin ön planda olduğu bu filmde tüm kadınlar ayrı ayrı takdiri hak ediyor.
Filmi ilk izlediğimde, işin özünü kavrayamadığımdan belkide yarım bırakmıştım. İkinci bir şans verip tümünü izlediğimde de hissettiğim şey aynıydı. Ben, Hüsrev ile Şirin'in aşkını izlemeyi daha çok isterdim.
İran'ın en değerli yönetmenlerinden biri olan Mohsen Makhmalbaf'ın filmi Kandahar/Ayın Radındaki Güneş'le kurguyla karışık gerçek bir hikayeye yolculuk yapıyoruz.
Savaş, kardeşlik, çaresizlik, tutsaklık. Yetmese de bu kelimeler özet için, daha fazlasına gönül el vermiyor savaş başlı başına bir dramken.
"Her zaman Afgan kadınlarının koyulduğu hapishanelerden kaçtım. Ama bugün bu hapishanelerin hepsinde tutukluyum. Sadece senin için kardeşim"... Taliban döneminde Kanada'ya göç eden Nafas, Afganistan'da kalan kardeşinden aldığı bir mektup sonrası yola çıkar. Mektup önemlidir çünkü savaş nedeniyle umudunu kaybeden kardeş, güneş tutulması ile birlikte intihar edeceğini söyler. Afganistan sınırına vardığında Güneş tutulmasına sadece 3 gün kalmıştır ve Nafas'ı, Kandahar'a gitmek için uzun, zorlu bir yolculuk beklemektedir. Nafas kardeşini zamanında kurtarabilecek midir?
Bana göre filmin en çekici yanlarından bir tanesi, Nafas'ın etkileyici ses tonundan dinlediğimiz yorumları, bir diğeri ise çekim kalitesi. İşin ironisi mi ya da bunu ben mi hissettim bilemiyorum ama bazı sahnelerdeki renklerin canlılığı göz alıcı.
EN ETKİLENDİĞİM DİYALOGLAR : Nafas, bir kampta karşılaştığı Amerikalı doktorla kısa bir yolculuk yapar. Yolculuk sona erip de ayrılma vakti geldiğinde konuşurlar.
Doktor : Senin için ne yapabilirim?
Nafas : Bilmiyorum.Belki kardeşim için bir şeyler söyleyebilirsiniz. Hayat veya umut hakkında.
Doktor : Umut hakkında mı? Umut mu? Herkesin yaşamak için bir nedene ihtiyacı vardır. Zor zamanlarda.. Bu neden, umuttur.Tabi bu soyut bir fikir. Susuz olan biri için bu, su bulma umududur. Aç olan için ekmek. Yalnız olan içinse sevgidir. Çarşaflar altında olan biri için de bu, bir gün başkaları tarafından görülme umududur.
EN ETKİLEYİCİ SAHNELER : Filmin başında, helikopter içinden aşağıda bulunan kampta bir grup adamın koştuğunu ve gökyüzüne baktığını görüyoruz. İlerleyen sahnelerde kampın içinden bu adamların koşmasına tanık oluyoruz.
Peki bu, koltuk değnekleri ile koşan adamlar nereye bakıyor? Savaş sırasında bacağını kaybedenler, daha önce doktorlar tarafından sipariş verilen ve kısıtlı sayıda gönderilen protez bacakların, helikopterden paraşütle atılmasıyla birlikte yakalama çabası için koşuyorlar.
EN İLGİNÇ KARELER : Dini inançlar ve yasalar gereği erkek bir doktorun kadın hastayı görmesi yasak Bu nedenle çarşaf arkasından muayeneler gerçekleşiyor. Doktorun Nafas'ı muayene edişi, ilk ilginç karemiz.
Diğer bir karemiz ise, bacakları olmayan karısı için protez bacak almaya gelen adamın, bu protez üzerinde karısının düğün ayakkabılarını denemesi.
Son karemiz, Nafas'ın yolculuğunun bir bölümünde yolda karşılaştıkları adam. Kolunu kaybeden bu adamın, omzunda annesine götüreceği protez bacakları taşıması.
Savaşın farklı bir yüzü mü diyelim yoksa gerçek yüzü mü bu tanıklığını ettiğimiz görüntülere? Kadına verilen değer zaten bir hiçken savaşla birlikte daha da yok oluyor. Yukarıda bahsettiğim ironik sahne ise BURKA giyen kadınların filme renk katmasıydı.
Kandahar için bir torpil geçebilirim ve bunda da bir sakınca görmüyorum. İran filmleri için güzel bir başlangıç olabilir. Etkisinde en çok kaldığım filmdir. Umarım 85 dakikanın sonunda aynı etkiyi sizde de bırakır.
Bir diğer Oscar macerası olan bir film daha. Üstelik Oscar'da ilk aday olan İran filmidir. Yayın tarihinden 2 yıl sonra, 1999 yılında En İyi Yabancı Film dalında aday olarak gösterilmiştir. Ödülü alamasa da yönetmeni olan Majid Majidi'nin tanınmasına ve ilgi çekmesine yardımcı olmuştur.
Yoksulluk, umut, hırs ve aile değerleri. Bu kelimelerle tanımlayabilirim Cennetin Çocukları'nı.
Eski bir ayakkabıdan yürekleri ısıtacak, insanın içine işleyecek bir film yapılabilir minin cevabını alıyorsunuz. Kız kardeşi Zehra'nın kim bilir kaçıncı kez tamir olan ayakkabılarını tamirciden alan Ali, eve dönüş yolunda ayakkabıları kaybeder. Her yerde arasa da bulamaz. Bunu Zehra'ya anlatmak çok zordur çünkü küçük kız kardeşinin tek ayakkabısıdır kaybolan ve babasının yeni bir ayakkabı alacak maddi durumu yoktur. Babalarına bunu anlatıp üzmeyecek kadar da bu maddi sıkıntının farkındadır bu iki küçük kalp. Öyleyse geriye yapacak tek şey kalır Ali'nin ayakkabısını ortak kullanmak... Çözümler üretilir, şanslar zorlanır. Peki nasıl sonlanır?
En beğendiğim, beni en çok etkileyen filmler arasında ilk sıralarda yer alır. Sosyal medyada çok fazla ilgi görmediğine tanık olmak üzüyor açıkçası. Filmin her sahnesi her diyaloğu vurgulanmaya değer.
EN ÇOK ETKİLENDİĞİM DİYALOGLAR : Ali ve Zehra ayakkabı durumunu ailesinin yanında konuşamadığı için deftere yazarak anlaşırlar. Ayrıca yazdıklarını fısıltı halinde duyarız.
Ali : Benim bez ayakkabılarımı giyebilirsin
Zehra : Bunu sevmedim
Ali : Allah aşkına. Lütfen, ayakkabılarımı giy.
Zehra : (Sadece deftere bakar ve kalemiyle oynar)
Zehra : Ayakkabıların çok kirli onları yıprattığım için üzgünüm.
Ali : Bu affedilebilir bir şey. (Ve birlikte ayakkabıları yıkamaya başlarlar)
EN İLGİNÇ KARE : Okula ayakkabı değişimi sebebiyle bir kaç kez geç kalan Ali daha önce müdüründen uyarı almıştır ama son gecikmesinde müdür okuldan kovar. Sorduğu soruları Ali hep parmağı havada yanıtlar.
EN BEĞENDİĞİM OYUNCULAR : Pek tabi küçük ama oyunculukta kocaman bir çocuk olan Ali'yi canlandıran Amir Farrokh Hashemian. Zaten az oyuncuya sahip bu filmde Zehra'nın (Bahare Seddiqi) küçük bir kadın, anne gibi tavırlarını; ses tonunu ve aksanını hep beğendiğim (Telefonla arasa yadırgamadan tanırım) baba Kerim'i canlandıran Mohammad Amir Naji'nin sahne ayırt etmeden oyunculuğunu da yabana atamam.
Hangi sahneyi öne çıkaracağım konusunda zorlansam da izlemeniz için bunların bile yeterli olacağını düşünüyorum ve emin olun bundan daha fazlasını bulacaksınız
Yalanlar, vicdan, iç hesaplaşmalar ve inanç. İlk paylaşımımı Asghar Ferhadi'nin Altın Ayı ve Oscar ödüllü filmiyle yapmak istedim.
Simin ve Nader adlı çift, Simin'in kızını daha iyi yetişirmek adına farklı bir ülkeye taşınma isteğini, Nader'in, babasının durumu sebebi ile reddetmesi üzerine boşanma aşamasına gelmiştir. Simin, ikna yöntemi olarak evden uzaklaşma kararı alır. Alzheimer hastası olan babasıyla ve okula giden kızıyla yalnız yaşamak zorunda kalan Nader babasına bakması için bir kadın tutar ve hikaye farklı bir boyut kazanır...
İmdb notunu, ödüllerini ve izleyici yorumlarını görmezden gelerek söylüyorum ki, ben bir başyapıt olarak görmüyorum bu filmi. İran toplumunun geleneklerini, inançlarını vurgulayan daha güçlü filmler olduğu kanısındayım. Yapım yılı, kullanılan altyapı ve belki de dünyada İran Sinemasının daha iyi tanınması adına Hollywood tarzı bir film olması sebebi iledir bu kanım. Kim bilir belki de izleyiclerin bu nedenli fazla olmasının sebebi de budur.
Elbette ki hakkını yemeyeceğim ve beğenmediğimi söylemem de mümkün değil. Aksine filmin bütünü beni etkisi altına aldı. 123 dakikalık sürenin hiçbir saniyesinde sıkılmadım ve ilgim dağılmadı. Sadece müzik desteğinin eksik olmasını şaşırtıcı buldum.
Tavsiye edebileceğim en önemli şey, asla Türkçe dublajlı izlememeniz olur çünkü o hatayı ben yaptım. Farsça ayrı bir ruh katıyor filmlere ve o ruhu kaybettirmeyin.
EN ETKİLENDİĞİM DİYALOG : Simin'in hakime alzheimer hastası babanın durumunu ifade etmesi ve Nader'in tepkisi.
Simin : Adam onun oğlu olduğunu bile bilmiyor
Nader : Ne biçim konuşuyorsun? Ben babam olduğunu biliyorum ya.
EN İLGİNÇ BULDUĞUM KARE : Bakıcı kadının kızının, yaşlı adamın oksijen tüpü ile oynarken verdiği tepki/tepkiler.
EN BEĞENDİĞİM OYUNCULAR : Bende yan karakter beğenisi her zaman başrollerden daha ağır basar. Bu nedenle dikkatimi ve beğenimi çeken oyuncular, bakıcı kadının kocasını canlandıran Shahab Hosseini ve küçük kızı canlandıran Kimia Hosseini. Shahab Hosseini özellikle agresif tavrı çok etkileyici yorumlamış. Sinirlendiği sahnelerde kendine vurması inandırıcı kılmış. Minik Kimia Hosseini'ye çok aktif rol düşmemiş olsa da ürkekliği, şaşkınlığı ve içinde bulunduğu dramın yansımasını hayran bırakacak şekilde sunmuş. Nader'e, annesinin parayı çalmadığını ve doktora gittiğini anlatması, aslında yaşananlardan ne kadar uzak tutulmaya çalışılsa da dahil olduğunun bir kanıtı gibi tokat etkisi yaratıyor.
Genellikle insan psikolojisi ve davranışlarına yönelik hikayelere sahip bu filmlerin baş kahramanları çoğunlukla çocuklar oluyor. Zenginlik yok, teknoloji yok denilecek kadar az (yakın tarihteki filmlerde kaçınılmaz kullanım), sadelik ve saflık ön planda. Sanatsal bir derinlik var özünde.
İNSAN işleniyor bu filmlerde ve izleyenlerin ruhuna işliyor her bir kare. Boğazda düğümler bırakan sahneler hafızalara kazınırken, bizden biri oluyor o bakışların, seslerin sahipleri.
İran'ın bildiğimizi sandığımız ama belki de hiç görmediğimiz bir yüzü. Karı-Koca ilişkileri, aile bağları, toplumun davranışlarını, fakirlik, gelenekler, inanışlar... Hepsinden bir parça bulabilirsiniz her bir filmde. Bir yerlerden umudu yakalayabilirseniz ne ala.
İzlediğim onlarca filmden çıkardığım, tebessüm ettiren iki küçük ayrıntıyı da paylaşmak isterim. Gerçekte İranlılar öyle midir bilmem ama karakterler genellikle inatçı ve izleyerek çok fazla Farsça kelime öğrenemiyorsunuz :)
Sürekli sadece Amerika'ya meteor düşmesinden, boşanılan kocanın bir afet sırasında kahraman olup tekrar karısıyla barışmasından, dünyayı kurtaran süper kahramanlardan, özetle klişe senaryolu Hollywood filmlerinden sıkılıp yeni bir soluk arıyorsanız İran Sineması tam size göre olabilir. Belki siz de benim gibi 2 film izlediğinizde 3.'yü izlemek isteyeceksiniz. Denemeye değer.
İran Sineması denilince aklınıza ne geliyor? Yoksa siz hala keşfetmediniz mi?
Benim tanışmam çok tesadüfi oldu ama memnun da oldum. İran Sineması da memnun olmuştur diye düşünüyorum kendisine böylesine bağlı bir izleyici edindiği için. Bir geç kalmışlık hissi uyandırmıyor değil ama yetişmeye çalışıyorum. Boş olduğum şu günleri verimli bir şekilde geçirmek adına güzel bir hobi edinmiş oldum diyebilirim.
Sevenleri azınlık olarak görünse de, gözlemlerim ve araştırmalarım sonucunda bu kişilerin küçümsenmeyecek derecede yoğun ilgi ve alakaları bulunduğunu gördüm. Fikir sahibi olup da izlenmemesinin sebebini sadece önyargıya bağlıyorum.
Her ne kadar düşük bütçeli filmleri olsa da, dünyanın sayılı (İstatistiki bir bilgiye henüz rastlayamasam da Hollywood ve Bollywood'dan sonra geldiği söylemektedir) sinemalarındandır İran Sineması.
Bu farklı bakış açısına sahip sinema dünyasını benimle birlikte keşfetmeye ne dersiniz?